Güncel Mesele

Türkiye’nin faşizmleri: I
  
Korkut Boratav 

Bugünkü ortam “faşizme gidiş” özellikleri taşıyor. Daha önce de iki kere benzer, karanlık dönemlerden geçtik: İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen yıllar ve on yıl sonrasının Demokrat Parti (DP) iktidarı…

Bu dönemler, 12 Mart ve 12 Eylül darbe (isterseniz “askerî faşizm”) yıllarından farklıdır; bu yüzden bugünle benzerlikler taşımaktadır. 

Geçmişe bakıp bugüne ışık tutmayı deneyelim. Önce 1945 sonrasına göz atalım.

* * *
İkinci Dünya Savaşı’nın ortalarında Türkiye’de iktidar ve siyaset çevreleri iki karşıt akıma ayrışmıştır. 

Birincisi Kemalizm’in yenilikçi, dönüştürücü kanadıdır. Öncellikle aydınlanmacıdır ve özellikle bu nedenle demokrattır. Bilimi “en hakiki mürşit” kabul eder; buradan hareketle Avrupa aydınlanmasının (o yıllarda “hümanizm” diye adlandırılan) bilim, düşünce ve sanat akımları ile bütünleşmeye çalışır. Nazi Almanyası’ndan kaçan bilim insanlarını on yıl önce Türkiye üniversitelerine bu beklentiyle davet etmiştir. Köy Enstitüleri, Tercüme Bürosu, 1946’da öğretim üyelerine akademik güvence, üniversitelere özerklik getiren Üniversiteler Kanunu, en azından ilk tasarımıyla toprak reformu bu akımın katkıları arasındadır. CHP’nin aydınlanmacı kadroları, basında, edebiyatta, eğitimde ve üniversitelerde ilerici insanlarla genellikle barışık kalır; onları gözetir.

İkincisi tutucu-milliyetçi akımdır. Buradaki tutuculuk, “Osmanlıcılık veya İslamcılık” değil; Kemalizm’in dönüştürücü atılımlarını frenlemeyi hedefleyen bir savunma refleksidir. Bu yüzden pozitif bir programdan yoksundur. “Tehditleri belirleme, gayrı milli ideolojilerle, öncelikle komünizmle mücadele” misyonları öncelik taşır. Sınıf kavgasını kışkırtabilecek tüm politikalara (örneğin Köy Enstitüleri’ne, toprak reformuna) ve toplumsal eleştiri ima ettiği düşünülen sanat, bilim ürünlerine karşı çıkar. İkinci Dünya Savaşı içinde Alman taraftarlığı, Türkçü-Turancı özlemlerle kaynaşır. 

Milli Eğitim Bakanı Hasan Âlî Yücel hümanist, “Türkçü Başvekil” Şükrü Saraçoğlu ise tutucu akımları temsil eder. 

İlerici kamuoyu, savaş koşullarında Sovyet sempatizanı, demokrat, solcu, bir bölümü sosyalist aydınlardan oluşur. Tan gazetesi ve Sertel’ler, Yurt ve Dünya, Adımlar dergileri, “solcu öğretim üyeleri” örneklerdir. Sabahattin Ali “İçimizdeki Şeytan” romanıyla, TKP’den Reşat Fuat (takma imza ile) “En Yakın Tehlike” başlıklı broşürüyle Türkiye’deki Türkçü-milliyetçi ve Nazi sempatizanı çevreleri eleştirdiler; etkili oldular. İleri Gençlik Birliği Süleymaniye minarelerine “Saraçoğlu faşisttir” pankartını asmaya kalkıştı. 

* * *
1944’te hem sosyalist İleri Gençlik Birliği üyeleri; hem de İsmet Paşa’nın 19 Mayıs’taki nutkunda sert biçimde eleştirilen Türkçü-Turancı akımların önde gelenleri Sansaryan Hanı’nda komşu hücrelerde gözaltında kalmaktaydılar. Bu sembolik kader birliği, savaş sonunda Türkiye’nin izleyeceği güzergâhın belirsizliğini de gösteriyordu. 

Düşün, sanat, bilim, hatta siyaset dünyalarında çok sesliliğe (dolayısıyla sola) açılmak mı? Siyasetin rotasını (bu kez ABD yörüngesine kayarak) anti-komünizm çizgisine oturtmak mı? Başlangıçta “Milli “Şef” kararsız görünüyordu. Ancak, toplumun güç odakları demokratikleşmeye karşı çıktı ve CHP içinde tutucu-milliyetçi kanat hızla ağır bastı. 

1945 sonunda CHP’li Hüseyin Cahit Yalçın’ın kışkırtıcı bir çağrısını, CHP İstanbul örgütü benimser; kalabalık bir güruh, anti-komünist sloganlarla Sertel’leri hedef alır; Tan matbaasına saldırır; gazete kapanır. Benzer güruhlar, anti-komünizm kampanyalarının vurucu güçleri olarak sık sık sahneye çıkacaktır. 

1946’da kurulan iki sosyalist parti ve sola dönük sendikalar aynı yıl içinde kapatılır; tutuklamalar başlar; hızlanır. Sol çevrelerle DP arasındaki dirsek teması, hükümetin ağır baskısı ile engellenir; DP liderleri anti-komünizm kervanına katılırlar. Seçim sonrasında Milli Eğitim Bakanlığı’na Yücel yerine faşist Reşat Şemsettin Sirer getirilir. 1947’de İçişleri Bakanı Şükrü Sökmensüer, köy enstitülerine ve üniversitelere sızmış komünistleri hedef gösterir. Bir yıl sonra Sabahattin Ali öldürülür. Yasal bir düzenleme ile solcu öğretim üyeleri görevlerinden uzaklaştırılır. 

* * *
İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen ilk beş yıl, böylece ilk “faşizme geçiş” deneyimi oldu. Çok partili rejime geçildi; ama, üstyapının tüm alanlarında gerçek anlamda çokseslilik engellenerek; özellikle de sol siyaset yasaklanarak… 

Belki de en önemlisi, 1947’de CHP programı, savaş yıllarında palazlanan sermaye çevrelerinin özlemleri doğrultusunda değiştirildi; “liberal” DP’ye yaklaştırıldı. Egemen sınıflar iki büyük partiyi paylaştılar. 

Faşizm tam yerleşmediği için üç yıl sonra iktidar seçim yoluyla DP’ye devredildi. Birkaç yıl içinde DP, “faşizme geçiş” doğrultusunda yeni, daha ileri adımlar atacaktı.
Türkiye faşizminin bu ikinci dalgasını ayrıca incelemek gerekir.

 Bu yazı, 20.05.2014 tarihinde soL gazetesinden yayınlanmıştır.


Sağ olasın...

Ender Helvacıoğlu



 Yıl 1979. Bıyığı henüz terlemiş bir üniversite öğrencisiyim. Aydınlıkçıyım. İTÜ’de hakim olan Dev-Sol’cularla kanlı bıçaklıyız; sürekli saldırıyorlar, okuldan atmaya çalışıyorlar bizi. Yine bir kavga. Dövüşe dövüşe Gümüşsuyu’ndaki bir amfiye çekilmişiz. Birden kapı açılıyor ve 5-6 Dev-Sol’cu dalıyor içeriye. Öndeki arkadaşlar kapıyı kapatmayı beceriyorlar ve içeri giren Dev-Sol’cular aramızda kalıyor.

Kemal Abi. Benden 4-5 yaş büyük, kıdemli öğrenci. İki metre boyunda, iri yarı dev gibi bir adam... Koltuğunun altına bir Dev-Sol’cunun kafasını sıkıştırmış, diğer eliyle bir İTÜ sandalyesini tutup kaldırmış, indirdi indirecek kafasına... O zamanın İTÜ sandalyelerini bilenler bilir; ayakları demirden, oturak yeri mermerden...

Gözümün önünden gitmez o an, dün gibi anımsıyorum. İndiremedi Kemal Abi. Olay olup bittikten sonra sormuştum: “Niye vurmadın Kemal Abi?”

“Nasıl vurayım be Ender? Daha üç gün önce faşistlere karşı birlikte dövüşüyorduk.”

Sağ olasın Kemal Abi. Hayatım boyunca unutamayacağım bir ders verdin bana, öğretmenim oldun.

* * *
Sanırım yine 1979 yılı. Bir akşam Devrimci Gençlik Birliği’nin Aksaray’daki binasında otururken, onar dakika arayla yüzü gözü dağılmış arkadaşlarımız derneğe sökün etmeye başladı. Dev-Sol’cuların saldırdığını söylüyordu hepsi. Gelen her yaralı arkadaşla birlikte öfkemiz bir kat daha artıyordu. Gece toplandık ve karar verdik; biz de onların oturdukları kahvehaneyi basacak ve gerekli yanıtı verecektik. Sabah kalabalık bir grup halinde Beşiktaş’taki Barbaros Kafe’yi bastık. Uzatmayayım, ciddi bir arbede çıktı ve her iki taraftan da yaralananlar oldu. Sonunda polisin müdahalesiyle gözaltına alındık ve ortalık yatıştı.

Sabah nezarethaneden çıkar çıkmaz Türkiye İşçi Köylü Partisi’nin (TİKP) Şişhane’deki il merkezine gittik. Kahramanlar gibi karşılanacağımızdan emindik. İl Başkanının bizimle görüşmek istediğini öğrenince heyecanımız daha da artmıştı. TİKP İstanbul İl Başkanı, hepimizin saygı ve sevgi duyduğu eski TKP’li Halim Spatar’dı. Sakin bir tavır ve güleç bir yüzle karşıladı bizi. Teker teker elimizi sıkıp geçmiş olsun dedikten sonra, işte o beynime kazınan sözleri -biraz da sert bir ifadeyle- söyledi: “Solcu solcuya vurmaz arkadaşlar. Enerjinizi sınıf düşmanlarınıza saklayın.”

Kahraman gibi karşılanmayı beklerken inceden bir azar işiten yeniyetme bir devrimci olarak, o gün bu yaklaşımı anlamam çok zordu elbette. Çünkü kavgayı başlatanlar ve ilk saldıranlar Dev-Sol’culardı. Kavrayabilmem için bir yıl geçmesi ve 12 Eylül faşist darbesini yaşamam gerekti. İTÜ’de bütün devrimciler ister istemez kenetlenmek zorunda kaldık, birlikte içeri alındık, birlikte jandarma dipçiği yedik, birlikte direndik.

Sağ olasın Halim Abi. Sen zaten ölene kadar (yaklaşık bir yıl önce kaybettik onu) öğretmenimizdin bizim...

* * *

Yıl 1990. 12 Eylül silindiri geçmiş üzerimizden. Üniversiteye gireli 13 yıl olmuş, artık mezun olmalıyım. Son sınavlarımdan birine giriyorum. Dört sorudan birini yanıtlayabilmişim, kıvranıp duruyorum.

İTÜ artık bildiğimiz İTÜ değil. Bir kuşak geçmiş, faşist darbe dokusunu değiştirmiş üniversitenin...

O ne? Arka sırada Bülent. Benim dönemin Dev-Sol’cusu. Nasıl da kavgalıydık onunla...

Sınav kâğıdını teslim etmeye gitmek için yanımdan geçerken, hiçbir şey söylemeden buruşturulmuş bir kâğıt attı kucağıma. “Yine ne yapıyor bu adam” deyip açtım kâğıdı. İki sorunun yanıtı!

Sağ olasın Bülent arkadaş! Şimdi ne yaparsın, nerelerdesin bilmem; ama sağ olasın, can olasın...

* * *

Geçmişi meze yapmak için değil, geleceği kazanmak için aktardım bu üç küçük anıyı.

Değerli gençler. Ayrı devrimci örgütlerde bulunabilirsiniz, farklı politik tutumlar alabilirsiniz, doğaldır... Ama temel (sınıfsal) ayrışmada aynı saftasınız, bunu bilince çıkarın. Düşmana karşı birleşmek zorundasınız, başarmak için... Tuzaklarla dolu, keskin bir döneme de giriyoruz üstelik. Tayyip’in yıkılmasıyla işin biteceğini sanmayın. Sol adına ciddi başarıların olanaklı olduğu bir dönem aynı zamanda.

Düşman sizi -bizim gibi- zindanlarda birleşmek zorunda bırakmadan, siz düşmana karşı birleşin. Düşmanın bir adım önüne geçin. Hem sizin Haziran Ayaklanması gibi müthiş bir ortak hareket etme deneyiminiz var.

Sol içi kavga ile Sol için kavga arasında ters orantı vardır.

Bu yazıyı okuyup da “Sağ olasın Ender Abi” diyen tek bir genç devrimci dahi çıkarsa, devrimci yaşamım boyunca çıkardığım dersler boşa gitmemiş demektir.

Kimse çıkmazsa da canınız sağ olsun... Zindanlar ne güne duruyor! Ben de orada olacağım, deneyimli bir abiniz olarak. Hem benim kuşaktan da birkaç kişiye rastlarım illa ki...
Bu yazı, 21.03.2014 tarihinde soL gazetesinden yayınlanmıştır.


Kim daha apolitik?


Ender Helvacıoğlu


Gerçi Marx “Feuerbach Üzerine Tezler”inin 11.’sini kendisinden önceki materyalist filozofları eleştirmek için söylemiştir, ama bu özlü söz, Türkiye’nin çoğu sol ve sosyalist örgütünün durumuna da cuk oturmaktadır:

“… dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumladılar, aslolan onu değiştirmektir.”

Siyasal analizler yapmak, yayınlar çıkarıp makaleler yazmak, açıklamalarda bulunmak, politika yapmak anlamına gelmez. Bunlar henüz işin yorumlama kısmıdır.

Politika, yapılan bu yorumların hayata geçtiği, kitleler arasında vücut bulduğu, yani siyaset arenasının tezgâhında sınandığı zaman başlar. Politika, değiştirmeyi amaçlar. Daha doğrusu değiştirebilme iktidarıdır.

Sun Tzu ve Kautilya’dan Machiavelli’e, ondan da Lenin ve Mao’ya kadar bütün siyaset erbabının, politika-güç ilişkisini vurgulaması bundandır.

Politika güç ile yapılır, laf ile değil. Dünyayı laf değiştirmez, güç değiştirir.

Marx 11. Tez’de aslında filozofları politikaya davet eder. Yorumlarının ne kadar doğru olduğunu sınamanın başka bir yolu yoktur.

Bilim, sanat, felsefe, matematik yapmak için örgüte gerek yoktur. Yeteri kadar donanımlı bireyler, hadi bilemedin araştırma merkezleri, kültür merkezleri bu görevi yerine getirebilir.

Ama politika yapmak için örgüt gerekir. Örgüt, söylenen ile eylenen arasındaki açıyı kapamanın, yani edilen lafı hayata geçirmenin aracıdır.

Türkiye sosyalistleri, hepimiz, henüz yorum yapıyoruz; hâlâ politika yapma aşamasına geçmiş değiliz.

Denilebilir ki, o aşamaya geçmek salt iradi çabayla olmaz, toplumsal koşullarla, nesnellik ile sınırlıyız. Bu tespit geçtiğimiz Haziran’a kadar doğruydu. O andan itibaren artık doğru değildir.

Daha 7-8 ay önce “Hükümet istifa!” diye sokakları doldurup meydanları işgal eden, polisle çatışmayı ve ölümü göze alan, sol ve sosyalist yorumları anlamaya açık, tüm ülke sathına yayılan 10 küsur milyon insan vardı. Pencerelerinden tencere-tava çalanları da hesaba katarsak bu rakam katlanır. Türkiye’nin en aydınlanmış, en dinamik kesimi. Üstelik harekete de geçmiş. İşte nesnellik! İşte manivela!

Haziran Ayaklanması, muazzam bir enerji biriktiğini, ama mevcut hiçbir sosyalist örgütün o enerjiyi yönlendirip iktidara alternatif bir politik güç haline dönüştüremediğini gösterdi. Demek ki tek tek hiçbiri böyle bir yapı ve donanıma ulaşmış değildi.

Bu saptamayı herkes yaptı. Haziran sonrası ortaya çıkan “cephe”, “güç birliği” gibi tartışmaların ve girişimlerin nedeni budur.

Ama eksikliğin nerede olduğu saptanamadı. Herkes kendi programının ve siyasi hattının tamamen doğru olduğundan emindi; burada bir boşluk, eksiklik görülmüyordu, tek eksik halkı örgütleyip yönlendirmekteydi. Haziran’da kesişen yollar tekrar ayrıldı; herkes kendi yoluna gitti. Kendi yoluna gitmenin allı pullu teorileri de yapıldı. Kısacası eylem birleştirmişti, laf ayrıştırdı. Her zaman böyle olur zaten...

Oysa anlamlı soru şudur: Bir programın, politik hattın ve örgütlenme tarzının doğru olup olmadığı nerede sınanacak? Herhalde tartışma toplantılarında değil, pratikte. Daha dün muazzam bir emekçi pratiği yaşadık ve bu açıdan tablo ortada.

Programımda ve siyasal hattımda hiçbir boşluk ve yanlış yok, ama halkı örgütleyip yönlendirmekte eksiğim var diye bir şey olmaz. Hele hele emekçiler eylemli olarak ayağa kalkmışsa. Ayağa kalkan bir halkı örgütleyip yönlendiremeyen bir program ve siyasal hat yanlıştır; hadi eksiktir diyelim…

Bugün doğru bölünmüştür. Solda birlik budalası değilim. Adları solcu diye beş benzemezi bir araya getirmenin kimseye bir faydası olmaz. Ama birbirine benzeyenlerin, hele içinde yaşadığımız politik koşullarda, emekçileri hiç mi hiç ilgilendirmeyen, toplumsal düzlemde bir karşılığı bulunmayan bahaneler üreterek, bir araya gelmeyi becerememesi, en hafif deyimiyle sorumsuzluktur. Apolitikliktir! Yorumla yetinmek, değiştirmekten kaçınmaktır.

Sonuç alma potansiyeli olan güçlü ve olgun bir önderlik hissetmedikçe sokağa çıkmayan halk mı daha apolitiktir, böyle bir önderliği oluşturma noktasında ayak sürüyen solcular mı?

Bu yazı, 07.03.2014 tarihinde soL gazetesinden yayınlanmıştır.




Aydınlanma karşıtlığı


Tunç Sipahi 


Fransız Devrimi olur olmaz başlamıştır. 18. Yüzyıl sonu karşı devrimci düşüncesinin kalbinde yer alan Edmund Burke daha 1790 yılında Fransa’daki devrimi İngiltere’deki 1688 Glorious Revolution ile karşılaştırmış ve Fransızların radikalizmini Aydınlanma rasyonalitesinin “çıplak aklına” bağlayıvermiştir. Devrimin tarihçileri, sempatiyle bakanlar ve tersi, Guizot, Thierry, Mignet, Michelet, Thiers, hatta tam tarihçi saymasak da Tocqueville, henüz yazmaya başlamamışlardı. Büyük Devrim’i sınıflar savaşı olarak gören vizyon 19. Yüzyılda yerleşecekti. Evet Burke Reflections on the Revolution in France’ı La déclaration des droits de l’homme et du citoyen’e karşı yazmıştı ama sadece bu kadar değil. İnsan ve yurttaş hakları liberal gelenekte de yankılanan bir etkiye sahipti: Fransızlar sonsuz barışın, kardeşliğin ve ülke sevgisinin -evet- yolunu açıyorlardı ve Whig geleneğindeki “eskiler” teolojik bir kavram olan “sevgi” (ilahi aşk) ile insan hakkı temelinde yeni hukuku üst üste koymayı düşünebilirlerdi. Thomas Pain ve Burke arasındaki polemik fazlasıyla biliniyor, fakat tartışmanın politik teoloji boyutu ve Machiavelli’nin Prens’iyle Carl Schmitt arasındaki bir boyutta devamlılık belki de fazla bilinmiyor -Discorsi’yi bambaşka bir yerde görmek daha doğru düşüncesindeyim.

Aydınlanma karşıtlığına geri dönelim. Frankfurt Okulu’yla başlayan maceranın bir noktasında -limit örneği Benjamin olan- Avrupa’lı kültürel mandarinler herşeyin yittiği duygusuna kapıldılar. 1789, 1848, 1871, 1917: İnsanlık gele gele Hitler’e -ve çok da farklı görmedikleri- Stalin’e mi gelebilmişti? Avrupa’nın bütün bir Aydınlanma sonrası dönemi, iyimserliği, bilime ve insana inancı -koskoca 200 yıl- Yahudi soykırımına, barbarlığa mı çıkmıştı? Bu “1945 vizyonunda” bir saptama ve bir tez mevcuttu. Saptama Aydınlanma’nın ve devrimlerin hiçbir şeyi değiştirmediği, hatta daha da kötüleştirdiği saptamasıydı. Tez ise bu kötüleşmede baş suçlunun Aydınlanma’nın enstrümental rasyonalitesi olduğu iddiasıydı. İşin özü buydu ve bu öz parlak entelektüellerin -derin hayal kırıklıklarıyla bezeli bir tarihte- Fransız Devrimi tarihçilerinin gerisine düştüklerini gösteriyordu. Muazzam bilgi ve zekaları bir yana, keşfedilen özün aslında Edmund Burke’un 1790’daki halinde bile bulunan karşı devrimci tezle eş yapıda olduğunu görmemek güç.

Şu an için iki teze bağlayacağım. Birincisi, Burke gibi bir politik muhafazakarın Aydınlanma karşıtlığının ve Aydınlanma’yı Fransa’da devrimle doğrudan ilişkilendirmiş olmasının, 1790’lardaki “kitapçıklar savaşı” sonrası, siyasi düşünceye belki sanıldığından da fazla etki yapmış olması. İkincisi, Burke etrafında dönen ve 20. Yüzyılda bazen alay konusu olan tez. Mutlak hükümdarda, Kral’da vücut bulan “sevgi” ve ulusu somut bir kralın ayakta tutabileceği tezinin Britanya hukukundaki “kralın iki vücudu” (Kantorowicz’in meşhur eseri ve sonrası) kavramıyla ilişkili olduğu. Bu ilk aşikar biçimde karşı devrimci Aydınlanma karşıtlığı, teolojik temaların siyaset kuramına geri çağrılması yolunu –Burke’un meşhur teatral stiliyle de bağlı biçimde- anında açmıştır.

Aydınlanma’nın büyük bir özgürleşme hareketi olduğuna kuşku yok. Aynı zamanda bilimsel ilerlemenin çok yüksek bir ivmeyle hız kazanmasının önündeki engelleri kaldırmış, hatta söz konusu gelişme potansiyelinin var olmadığı durumlarda bilimsel atılımın bizzat özü, motoru olabilecek düşünce ve pratiklerin yaratılmasını sağlamıştır.

Aydınlanma sosyal, siyasi, ideolojik, teolojik, bilimsel yönleriyle emsalsiz bir kopuştur. Laikliği içerir ama ona indirgenemez.

Bu yazı, 13.02.2014 tarihinde soL gazetesinden yayınlanmıştır.




Cehalet dizboyu


Tevfik Çavdar 


Bu noktaya nasıl geldiğimizi anlamakta güçlük çekiyorum. Bırakınız sokaktaki sıradan insanı. Onların durumu malum. Elinde mikrofon caddeleri arşınlayan TV habercilerinin sorularına verdikleri cevaplarla düşünsel niteliklerini zaten sergiliyorlar. Ana yönlerini bile tayin edemiyorlar. Güneşin doğduğu yerin “doğu” olduğunun bile idrakinde değiller. Sadece yiyorlar, içiyorlar, işleri varsa çalışıyorlar. Hiçbir şeyi, olayı sorgulama, irdeleme diye bir sorunları da yok.

Ne var ki bu cehalet artık gazete makalelerine,TV yorumlarına, sıradan haberlere, hatta ve hatta siyasi parti liderlerine kadar uzanmış durumda. Bu noktaya nasıl geldik yanıtını sonraya bırakarak, yaptığımız saptamaya yönelik birkaç örneği sergileyelim.

Bildiğiniz ünlü Balyoz davası sonuçlandı. Adil olmayan bir yargı süreci yetmezmiş gibi,yargıç, sanıkların “kötü halinden” ötürü cezaları üst sınırdan verdiğini açıkladı. Aileler, evlatlar şaşkın, gözleri yaşlı, bu arada sanıkların evlatları “beni nasıl baba deme hakkımdan mahrum bırakırlar” diye ağlıyor. Haklı. Çünkü anlı şanlı haber ajansları bile Medeni haklarını kullanmayacakları yönündeki kararı bu şekilde yansıttılar ve de cahilliklerini dünyaya sergilediler.

Olayın gerçek yüzü şuydu. Bir insan medeni haklarını kullanma olanağını yitirince, kendisi adına bu hakları kullanacak bir veli tayin edilir. Çok uzağa gitmeyelim, her çocuk 18 yaşına gelinceye kadar bu hakları kullanamaz. Yani Medeni Yasa’daki aile kurmaktan, ticari işlemlere kadar uzanan bir dizi hak söz konusudur. Bu hakları onun adına velisi kullanır. Alzheimer, bunama vb gibi durumlarda da aynı işlem yapılır. Cezaevindeki bir mahkumda bu bağlamda kendisine bir “veli” belirlemek durumundadır. Ne yazık ki anlı-şanlı haber ajanslarımız böyle bir cehaleti sergilemekte adeta ağız birliği yapmışlardır.

Ne var ki bu denli cehalet gösterilerini, siyasi liderler de sık sık başvurmaktadır. Bunların başında Başbakanımız gelmektedir. En yakın örneği, yakınlardaki bir grup toplantısında sergilemiştir. Eline aldığı Mayıs ya da Haziran 1941 tarihli Cumhuriyet gazetesindeki Hitler ve İnönü’nün resimlerini göstererek Almanya-Türkiye arasındaki “Saldırmazlık Andlaşmasını” kendine göre eleştirmiş, işi iki liderin bıyıklarındaki benzerliğe kadar uzatmıştır. Bir anıyla devam edelim.

Alman ordularının sınırımıza dayandığı günlerde göç ettiğimiz Mersin’den,Türk-Alman Paktı’nın imzalanması üzerine İstanbul’a döndük. Savaş korkusu bir süre ertelenmişti. İstanbul’a gelince bu kez ev arama telaşına düştük. O günlerde Milli Koruma yasası yürürlükteydi. Kiralar da dahil olmak üzere klasik piyasa koşulları işlemezdi. Bu nedenle de ev sahipleri el altından “Hava Parası” adıyla fazladan yüklüce para talep ederlerdi. Ev bulma işi uzadıkça mecburen Taksim’de dayımlarda kaldık. Nazi ordularının Sovyetler Birliği’ne saldırdığını orada öğrendik. Savaş artık kuzey komşumuza kaymıştı. Halk arasında dolaşan rivayete göre İsmet Paşa, Hitler’in Sovyetler Birliği’ne saldırısını duyunca yatağında zıp zıp sıçramıştı. Erdal Bey’e sorduğumda o klasik konuşmasıyla “Yo…Yo…”demişti. “Sıçramadı ama çok güldü”.

Başbakanın o günleri anımsaması mümkün değil. Çünkü doğmamıştı. Şimdi de ayrıntılarla uğraşacak vakti de yoktur. Kitap okuduğuna dair bir işaret de vermiyor. O nedenle, TBMM’inde grup toplantısında AKP’li milletvekillerine gösterdiği ve de derin bıyık tahlilleri yaptığı konuşmada da dolaylı olarak yanlış yorumlarla o günleri değerlendirmiştir. Son dönemde ki Suriye ütopyasını göz önüne aldığımızda, Allahtan Tayyip 1941’de Başbakan değilmiş diye şükretmemiz gerekir.

Günümüz iktidarının kullandığı, hatta bir ölçüde istismar ettiği vicdani inanç, cehaleti de bir bağlamda yaygınlaştırıyor. Bağnazlık, görmediği bir filmi protesto ederken şiddete başvurma düzeyine gelmediyse de, mahalle baskısı artmaktadır. Bununda ötesinde kitaptan kaçış da hızlanmıştır. Artık gazete ve kitaptan adım adım uzaklaşılmaktadır. 1950’li yıllarda neredeyse 1 milyon tiraja ulaşan Hürriyet gazetesi 400-500 binle yetinmektedir. Oysa 1950’lerde 25 milyonu ancak geçen nüfusumuz 80 milyona merdiven dayamıştır…Yığınlar kendilerine söylenen her şeye körü körüne inanmaktadır. Bir zamanlar İkinci Boğaz diye nitelenen “Çılgın Proje” az mı kalem eskitmiştir.

Geldiğimiz nokta “nefret”i doğallaştırılmış, bir “cahiliye” dönemidir…ve de kök salmakta, derinleşmektedir. RTE, AKP kongresinde “Yola Devam” sloganını baş tacı yapmayı sürdürdüğü için dolaylı da olsa “Nefret” yaklaşımını sürdüreceğinin işaretini veriyor. Muhalif gazeteleri kongreye almadığına göre yakın gelecekte işimiz çok zor.

01.10.2012



Cahiliye dönemi sonlandırılmalıdır

İzzettin Önder

Bir söz vardır: “Yarı cahilden daha tehlikeli bir yaratık olamaz!” Gerçekten de, keşke geçtiğimiz dönem siyasetçileri ve uleması yarı cahil olacaklarına tam cahil olsalardı. Tam cahil olsalardı, siyasetçiler meydana atılmazdı; ulema ise hiç değilse, fazla söze ve lafa karışmadan bir köşede oturur, ne boyalı basında boy göstererek hükümetin faizi düşürdüğünü ve bu tasarrufla bütçenin rahatladığı ne de cari açığın önemli olmadığı gibi zırvalara, halkları inandırmaya soyunurlardı. Bu cahillerde biraz etik ve idrak olmuş olsa idi, ne “devletin IMF’ye borcu bitti” diye iktidarı cilalamaya soyunurlardı ne de imam hatipleştirilen eğitimi ya da tarikatların ve cemaatin toplumu bir ahtapot gibi sarmalamasını “özgürlük” diye topluma yutturma cüretinde bulunurlardı.
Tam bir görgüsüz muz cumhuriyeti politikasıyla, dünyaya saçılan finansın sunduğu inanılmaz olanakların bir kısmını taşa toprağa gömüp, bir kısmını da israfa tahsis ettikten sonra, gelinecek noktanın burası olacağı çok açıktı. 

Merkez Bankası’nın son para sıkıştırma kararları semptomatik tedavidir. Öyle bir tedavi ki, semptomları baskılarken, aynı zamanda bünyenin tüm zafiyetini atamadan, tam tersine açığa çıkararak, ekonomiyi gelecek şoklara daha da gebe bırakmaya adaydır. 

Merkez Bankası’nın son kararlarının gerekçesi, ne FED’in haftalık piyasaya sürdüğü 75 milyar dolarda 10 milyar dolar kısıntı yapmasıdır, ne ulusal gelirin yüzde 7’sini aşan cari açığın finansman gereğidir, hatta ne de hükümetin düşürdüğünü iftihara halka yutturduğu düşük faiz haddinin negatif orana dönüşmesidir. Evet, bunların hepsi doğrudur! Ancak, tüm bu nedenler bugünlere gelmemizin nedenidir, ama çözümlemede sebep olarak ileri sürülebilecek olgular olmayıp, yanlış ve çarpık politikaların sonucudur. Başka bir deyişle, araba atın önüne koyulmamalıdır. 

Sayılan sebeplerden sadece FED’in para sıkıştırması, muz cumhuriyetinin iradesi dışında gerçekleşen bir öğedir. Bunun dışında kalan negatif faiz haddi olgusu ve yüksek cari açığın finansman zorunluluğu muz cumhuriyetinin onbir yıllık anlamsız, IMF ve emperyalizme teslimiyetçi ve ekonomiyi üretimden uzaklaştıran politikalarının çok doğal ve beklenen sonuçlarıdır. Nereden geldiği belli olmayan ve Merkez Bankası hesaplarına utanılacak kadar yüksek değerde yansıyan “net hata ve noksan” kalemi ve “ustalık dönemi” özelleştirme gelirlerinin katma değeri düşük ve uluslararası ticarete konu olmayan kof alanlara gömülmesi cahiliye döneminin yanlış politikalarıdır. Bunlara ilaveten, finansal operasyonlarla toplumda bir kesimde yükselen parasal varsıllıkla eşdeğerde yüksek katma değerin üretilmemiş olması nedeniyle tüm önlemlere rağmen baskılanan fiyatların tutulamamasının sonucunda, faiz ile fiyat makasını açması tümüyle yapısaldır ve ekonominin kof yapısının yansımasıdır. 

Katma değeri yüksek ürün üretemeyen verimsiz ve ikinci sınıf ekonomi, bir zamanlar kur riskiyle karşı karşıya kalmış olduğu halde, baskılı döviz kuru sarhoşluğuyla “siyasi istikrar” adına politikaların sürgit devamına destek verdi. Kur riskini tümüyle ihmal pahasına, “istikrar” adına siyasi iktidara destek veren sermaye çevreleri, bir gün bunun bedelini ödeyeceklerini düşünemeyecek kadar basiretten uzaktı. Siyasi iktidara şuursuzca destek veren sermaye çevreleri, bugün yükselen kur ve faiz nedeniyle salt kendi cezalarını çekmeyecek, aynı zamanda baskılı kurla yabancı sermayenin kâr transferinde olağanüstü avantajlı şekilde halkı sömürmesine yol açmış olmanın da cezasını ödeyecekti. 

Ne var ki, bu bedel ödenirken sermayenin değersizleşmesi gündeme geleceğinden, durum tümüyle göze alınabilecek bir konu olamazdı. O zaman devreye sistemin güç ilişkisi girecekti. Yükselen faiz nedeniyle, kur görece baskılanırken, yükselen faizler kamu bütçesi kanalından kamu hizmetlerini sıkıştırırken, üretim sektöründe de ücretin katma değer içindeki payını sıkıştıracaktır. Böylesi göreli etkiler yanında, genelde verimsiz ülke ekonomisi de uluslararası alanda fiyat rekabeti açısından ciddi avantaj kaybına uğrayacaktır. Son önlemler bu tür etkileri yaratmış olmayıp, su yüzüne çıkmasına neden olduğu gibi, geciktirilmiş önlemlerin alınmasını daha da güçleştirecektir. Zira ana sorun, katma değeri yüksek üretim alanını genişletmektir. Bu sorun ise yüzde 13’lerde dolaşan tasarruf oranı ve ekonomiden elini çekmiş olan neoliberal devlet felsefesi ve küreselleşme histerisiyle emperyalizmin insafına terk edilmiş bir ekonomide kolay aşılamaz.

Tüm bu önlemlerin olabilecek iki önemli sonucundan biri, sorunların yapay ve sahte önlemlerle perdelenemeyeceğini ya da geçiştirilemeyeceğini gözümüze sokarcasına göstermiş olması; ikincisi ise kur politikası açısından son yaşananların anlamının, esnek kur sisteminde sıçramalı devalüasyon niteliğinde olmasıdır. 

Tüm bu yaşananlar, içte sermayeye olduğu kadar, dış dünyada da emperyalizme ne kadar örtülü kaynak aktarmış olduğumuzun bilançosu ise bu bilançoyu oluşturan halk karşıtı iktidardan hesap anının gelmiş olduğunu anlamamız gerekir. Siyasi ve idari çamura gömülmüş olan siyasi iktidarla böyle bir hesaplaşma, küreselleşmiş dünyada, kapitalizm içinde kalarak yapılamaz. Bu cahiliye dönemi bitirilecekse, mücadelenin SOL CEPHE’de yapılması gerekmektedir.

Bu yazı, 03.02.2014 tarihinde soL gazetesinden yayınlanmıştır.




Bir durum muhasebesi
Korkut Boratav
Döviz hareketleri ve TCMB’nin tepkisi/tepkisizliği… Günümüzün sıcak konuları elbette bunlar. Yine de arada bir güncelin dışına çıkıp sormak gerekiyor: “Neredeyiz; nereye gidiyoruz?”

Bugün bu türden bir durum muhasebesi yapalım. Makro-ekonomik dengelerden başlayalım; üretime, bölüşüme bakarak sürdürelim; dışsal kırılganlık öğeleri ile tamamlayalım.

Yatırım, tasarruf düşüyor; tüketim ve dış açık yükseliyor

Hayra alâmet değil: 2013’te Türkiye ekonomisinde hem yatırım, hem de tasarruf oranları düşmüştür. Milli gelirin yüzdeleri olarak birincisi 20.4’ten 19,6’ya; ikincisi 14.5’ten 12.7’ye gerileyerek…

Niçin hayra alâmet değil? Zira, bir sonraki seçime değil de, biraz uzun döneme bakıyorsanız, bu iki orandan en azından birinin yükselmesini istemeniz gerekir.

Diyelim, ekonominin büyüme potansiyelini yükseltmek; biraz da olsa Asyalılara yaklaştırmak istiyorsunuz. O zaman, yüzde 20’lere takılıp kalmış olan bir sermaye birikim oranını yukarı çekmeyi hedeflemeniz gerekecektir.

Veya, dış denge sorunlarını durgunluğa sürüklenmeden hafifletmeyi hedeflediniz. Mevcut yatırım oranını koruyarak ulusal tasarrufları yukarı çekmenin yöntemlerini bulacaksınız.

2013’te ikisi de yapılamamıştır. Yükselen iki oran var: Tüketim ve dış açık… Bir yıl içinde toplam (özel ve kamusal) tüketimin milli gelirdeki payı yüzde 84,8’den 86,5’e; cari açık oranı ise yüzde 6.2’den (tahminen) 7.4’e çıkmış.

Bu da ekonomideki ayar bozukluklarının artmakta olduğunu gösteriyor. Bir yandan toplumun ürettiğinden daha fazlasını tüketme eğilimi artıyor; bir yandan da büyüme potansiyeli aşağı çekiliyor… 

Durgun ekonomi, işsizlik ve emek 

2012’de ekonomi (yüzde 2.2’lik büyüme ile) durgunlaştı. 2013’te de aynı eğilim sürmektedir...
Sanayi üretim endeksi, milli gelirin ön-göstergesidir. Ocak-Kasım 2013’te bu endeks, bir önceki yılın on bir ayına göre sadece yüzde 2.7 artmıştır. Bu oranın Aralık’ta da değişmeyeceğini varsayalım ve sanayi/milli gelir bağlantısının geçmiş verilerine bakalım. Sanayinin yüzde 2.7 oranında büyüdüğü bir dönemde, milli gelirde (AKP’nin resmi öngörüsü olan) yüzde 3.6’lık bir artışın gerçekleşmesi mümkün olabilir, ama olası değildir.

Durgunlaşan ekonomi 2013’ün ikinci yarısında işsizliği artırmıştır. Gençlerde işsizlik yüzde 20 eşiğine gelmiştir. Emeğin göreli durumunun AKP’li yıllarda belirgin boyutlarda bozulduğunu belirliyoruz. Ayrıntısına ileride girebiliriz. 

Dış kırılganlıklar: İnceldiği yerden kopacak mı?

2013 sonundaki finansal ortamın “beş kırılgan” ekonomisinden biri olan Türkiye için bir “kırılma” gerçekten gündemde midir?

Bu sorun, bu köşenin sınırlarını aşar. Yine de, sermaye hareketlerinde ani bir “durma veya tersine dönme” şoku söz konusu olduğunda önem taşıyan bazı kırılganlık göstergelerine değinelim.

Ekonominin tüm döviz yükümlülükleri ile döviz varlıkları arasındaki açıktan hareket edelim. Türkiye’nin bu anlamdaki döviz açık pozisyonu son yedi yıl boyunca sürekli yükselmiş; Eylül 2013’te 400 milyar dolara ulaşmıştır.

Bu döviz bilançosunun bir bölümü, örneğin doğrudan yabancı sermaye yatırımları için “ani çıkışlar” söz konusu değildir. Sıcak para hareketlerinde ise 2013’te “net çıkışlar” değil, üçte bir oranında yavaşlama gerçekleşmiştir. Döviz fiyatlarında son haftalardaki hızlı artış, portföy yatırımcılarının çıkışını şimdilik frenlemektedir; ama nereye kadar?

En âcil finansman sorunu, vadesi gelen kredilerin yenilenmesi; döndürülmesidir. Alacaklılar öncelikle resmi rezervler ile kısa vadeli dış borçlar arasındaki orana bakarlar. TCMB’nin brüt rezerv düzeyi, 2011’den itibaren bu borçların altına düşmüştür. Eylül 2013’teki oran yüzde 87’dir.

Uzun dönemli kredilerin bir bölümünün vadesi de 12 ay içinde dolmaktadır. Bunlara, cari açık öngörüsü de eklendiğinde ekonominin bir yıllık dış finansman gereksinimi belirlenir. IMF 2014’te bu toplamı 238.5 milyar dolar olarak öngörüyor. Bu çok yüksek bir düzeydir ve tahminî milli gelirin yüzde 28’ine ulaşmaktadır.

Normalde vadesi gelen krediler yenilenir; “döndürülür”. Güven aşınması oluşursa artan boyutlarda anapara tahsili talep edilir. “Döndürülen” kredilerin faizi ise, Türkiye’nin risk primine göre yükselir. Türkiye’ye uygulanan risk primlerini temsil eden CDS (“batık kredi takası”), Mayıs-Ocak arasında “kırılgan beşler” grubu içinde rekor kırmış; yüzde yüz civarında artmış ve 234’e ulaşmıştır. Finansman maliyetindeki artış, doğrudan cari işlem açığını yukarı çeken bir kısır döngü oluşturur; bir noktadan sonra dış borç stokunun döndürülmesinde tıkanmalara yol açabilir.

* * *

Bu tür bir tıkanmanın ilk işaretleri döviz fiyatlarında gözleniyor. Buradan (özellikle gelirleri TL, borçları dolar olan) şirketlere; batık krediler de banka bilançolarına yansıdığında ne olur?

Felâket senaryosu mu? Bilemem. Çalkantının sertliğini, yansıma biçimini öngöremediğim için… 

Bu yazı, 28.01.2014 tarihinde soL gazetesinden yayınlanmıştır.





Yeni bir küresel sosyal düzen için elit plan

Richard K. Moore
  
Sanayi Devrimi 1800'lerin sonlarında İngiltere'de başladığı zaman hammadde kaynaklarının kontrolü ele geçirilerek, yeni pazarlar keşfedilerek, işletmelere ve fabrikalara yatırım yapılarak çok para kazanılabiliniyordu. Yatırım yapmak için fazla parası olanlar, İngiltere’den daha çok Hollanda’da bulunuyordu. Hollanda 1600’lü yıllarda büyük bir Batılı güç olmuştu ve bankacıları önde gelen kapitalistlerdi. Kâr arayışı içinde olan Hollanda sermayesi, İngiliz menkul kıymetler borsasına doğru aktı ve böylece Hollandalılar daha sonra Hollanda’yı ekonomik ve jeopolitik açıdan gölgede bırakacak olan İngiltere’nin yükselişini finanse ettiler.

Dolayısıyla İngiliz sanayisine varlıklı yatırımcılar hâkim olmaya başladı ve kapitalizm egemen ekonomik sistem haline geldi. Bu büyük bir toplumsal dönüşüme yol açtı. Aslında, İngiltere toprak sahibi ailelerin hâkim olduğu aristokrat bir toplumdu. Sermaye ekonomik olarak egemen hale geldikçe kapitalistler siyasete de egemen oldular. İthalat-ihracat politikaları ve vergi yapıları giderek toprak sahipleri üzerinden yatırımcılar lehine modifiye edildi.

Artık zenginliği sadece kırsal kesimde tutmak ekonomik olarak uygulanabilir değildi: daha verimli kullanmak için geliştirmek ve dönüştürmek gerekiyordu. Victorya döneminde ki drama eserleri, mallarını satmak zorunda kalan ve zor zamanlara göğüs geren aristokrat ailelerin öyküleri ile doludur. Bu düşüş genellikle dramatik amaçlar için bir karakterin kusuruna bağlanırdı, bekli de cılız doğan bir ilk bebeğe. Fakat aslında aristokrasinin düşüşü kapitalizmin yükselişi nedeniyle ortaya çıkan geniş çaplı sosyal dönüşümün bir parçasıydı.

Kapitalistin işi sermaye yönetimidir ve bu yönetim genellikle bankalar ve aracı kurumlar aracılığı ile gerçekleştirilir. Yatırım bankerlerinin, zenginlik ve güç hiyerarşisinin en üst noktasını ele geçirmekte olmaları şaşırtıcı değil. Gerçekten de, Batı dünyasında ekonomik ve politik konulara egemen olma noktasına gelen, Rothschild ve Rockefeller aileleri de dâhil olmak üzere, bir avuç bankacı aile var.

Aristokratların aksine kapitalistler bir yerde durmazlar veya bir yere bağlı kalmazlar (dekolman). Sermaye vefasız ve mobildir -- en yüksek büyümeyi bulduğu yere akar, Hollanda'dan İngiltere'ye sonra İngiltere’den ABD’ye, son zamanlarda da her yerden Çin’e aktığı gibi. Tıpkı sömürülen ve sonra terk edilen bir bakır madeni gibi, Kapitalizmde bütün bir ulus sömürülür ve sonra terk edilir, Büyük Britanya ve ABD’nin paslı endüstriyel bölgelerinde gördüğümüz gibi.

Bu yerinden ayrılma (dekolman) aristokrasi ile karşılaştırıldığında, kapitalizmde bizi jeopolitiğin farklı bir türüne götürür. Bir kral, bunu yapmakta ülkesi için bir avantaj görüyorsa savaşa gider. Tarihçiler, kapitalizm öncesi günlerdeki savaşları, monarşileri ve ulusları yüceltme açısından “açıklayabilirler”.

Bir kapitalist savaşı kâr elde etmek için kışkırtır. Hatta bizim seçkin bankacılık ailesi, en azından I. Dünya Savaşı'ndan bu yana yaşanan askeri çatışmaların çoğunda, her iki tarafı birden finanse ettiler. Bu yüzden tarihçilerin Birinci Dünya Savaşını motivasyon ve ulusal amaçlar bakımından ‘izah etme’ zorlukları vardır.

Pre-kapitalist günlerde savaş bir satranç oyunu gibiydi: her iki tarafta kazanmaya çalışırdı. Kapitalizmde ise savaş daha çok, daha fazla cips için para toplama sırasında oyuncuların oyuna katıldığı bir kumarhaneye benzer ve kazanan daima banka olur -ayakta kalan son adamın kim olacağına karar veren ve savaşı finanse eden bankerler. Elbette bütün kapitalist işletmelerin en kârlısı sadece savaşlar değil, tersine, zamanla kendi çıkarlarına hizmet etmesi için jeopolitik yapılandırmayı ayarlayan, yeniden yapılandırmayı yönetmek için kazananları belirleyen banker aileleri daha başarılılar. 


Uluslar ve popülâsyonlar onların oyunlarında sadece piyonlardır. Milyonlarca insan savaşlarda öldürülürken, altyapılar yok edilirken, dünya acı çekerken bankerler savaş sonrası yeniden yapılandırmada yapacakları yatırımların planlarını yaparlar ve kârlarını hesaplarlar. 

Bankacı elitler, hükümetlerin finansörleri olduklarından bu yana kendi güç pozisyonlarını, zamanla kendi kontrol metotlarını mükemmelleştirdiler. Her zaman perde arkasında kalarak medyayı, siyasi partileri, istihbarat kuruluşlarını, hisse senedi piyasalarını ve devlet dairelerini kontrolleri altında tuttular. Ve belki de iktidarın en büyük kolu olan para üzerindeki denetimidir. Merkez bankaları sahtekârlıklarıyla canlanma döngüsü (boom) ve iflasa neden olma, yoktan para bastırma ve ardından hükümetlere faiz ile borç verme. Elit bankacılık çetesinin ['bankesterlerin- banksters’, (bankacı ile gangster karışımı; ç-n)] gücü, mutlak ve fark edilmesi güçtür…

ABD’de, kimi çok önemli insanlar bir şeyden korkuyor. Bunlar bir yerlerde çok organize, çok gizli, çok ihtiyatlı, çok iç içe geçmiş, çok sağlam, çok baskın bir güç olduğunu biliyorlar, bu güç kamuoyu önünde eleştirilmezse daha iyi olur. – Başkan Woodrow Wilson. 

 

Büyümenin sonu - kapitalizme karşı bankesterler

Sınırlı bir gezegende, ekonomik büyüme için de bir sınır olacağı daima kaçınılmazdı. Sanayileşme, son iki yüzyılda bu sınıra doğru gidişte birdenbire hızlanmamızı sağladı. Üretim giderek daha verimli hale geldi, piyasalar giderek daha küresel bir hale aldı ve nihayet sürekli büyüme paradigması azalan kârlılık noktasına ulaştı.

Aslında bu noktaya zaten 1970’li yıllar ulaşılmıştı. Sermaye, o zamandan bu yana üretim artışı yoluyla büyümeyi pekte aramadı, bunun yerine nispeten sınırlı üretim seviyelerinin yüksek veriminin ihracı (ekstraksiyonu) yoluna gitti. Dolayısıyla küreselleşme: üretimi, daha yüksek kâr marjlarını güvence altına alan düşük ücretli bölgelere transfer edilmesi. Dolayısıyla özelleştirme: Eskiden ulusal hazinelere giden gelir kaynaklarının yatırımcılara transfer edilmesi. Dolayısıyla ikincil ulusal pazarlar ve para piyasaları: aslında gerçek hayatta hiçbir şey üretmeksizin ekonomik büyümenin elektronik illüzyonunun yaratılması.

Kapitalist sistem, yaklaşık kırk yıldır, gerçek anlamda üretken olmayan bu farklı mekanizmalar ile sürdürüldü. Ve sonra, karton kuleler 2008 yılının Eylül ayında dizlerinin üzerine küresel finans sistemini koyarak aniden çöktü.

Eğer medeniyetlerin çöküşü incelenecek olursa, bu yetersizliğe uyum sağlamanın ölümcül olduğunu görür. Bizim medeniyetimiz bu tuzağa mı düşüyor? Biz kapitalizmin büyüme dinamiklerinin endüstriyel büyümenin gerçekliği ile uyum içinde bulunduğu, reel büyümenin gerçekleştiği iki yüzyıl geçirdik. Ardından dört on yıllık yapay büyüme dönemi geldi – kapitalizm, kartondan kuleler tarafından desteklendi. Ve şimdi, kartondan kulelerin çöküşünden sonra, görünüşe göre bir ‘kurtarma’ – büyüme de! — gerçekleştirmek için mümkün olan her türlü çaba sarf ediliyor. Bizim medeniyetimizin uyum yetersizliği ilkesine dayalı bir çöküş süreci içinde olduğu izlenimi edinmek çok kolaydır.


Ama benzer bir izlenim kısmen doğru, kısmen yanlış olur. Gerçek durumu anlamak için, kapitalist elit ve kapitalizmin kendisi arasında net bir ayrım yapmak gerekir. Kapitalizm, büyümeye dayalı bir ekonomik sistemdir; kapitalist elitler, son iki yüzyılda kapitalizmin işlemi sırasında Batı dünyasının denetimini ele geçirmeyi başaran insanlardır (bankesterler; ç-n). Kapitalist sistemin son kullanma tarihi doldu, bankesterler eliti bu gerçeğin farkında -- ve buna adapte olmakta. 


Kapitalizm, bankesterlerin mutlak iktidara gelmesine yardımcı olan bir araçtır. Ve bunların ne herhangi bir şeye ne herhangi bir kişiye ne de yerleştiği bu sisteme herhangi bir sadakati vardır. Daha önce de belirttiğim gibi küresel ölçekte düşünün, bunlar için uluslar ve popülâsyonlar birer piyondur. Tıpkı Monopoly oyununda ki bankacı gibi paranın ne olduğunu tanımlarlar ve onu yayarlar. Ayrıca başka tür bir parayla yeni bir oyun da icat edebilirler. Uzun zaman önce, güçlerini korumak için herhangi bir ekonomik sisteme bağımlı olma gereksiniminin ötesine geçtiler. Kapitalizm hızlı büyüme döneminde yararlı oldu. Büyümenin olmadığı bir dönem karşısında, farklı bir oyun hazırlanmakta. 

Bu nedenle, kapitalizmin doğal bir şekilde ölmesine izin verilmez. Bunun yerine kontrollü bir yıkım yoluyla alaşağı edilir. Yukarıda da belirtildiği üzere, onu önce küreselleşme, özelleştirme, para piyasaları gibi benzerleriyle birlikte yaşam-destek sistemine konuydular. Sonra, gayrimenkul balonları ve zehirli türevleri şeklinde bir ötenazi çözeltisi enjekte ettiler. En sonunda, Uluslararası Ödemeler Bankası (Basel- Bank of International Settlements) - merkez bankalarının merkez bankası -- yaşam destek ünitesinin fişini çekti: belirgin hale gelmesi biraz zaman alsa da risk sahibi tüm bankaların anlık iflasına yol açan ‘piyasa fiyatları ile değerlendirme (mark to market)’ kuralı ilan edildi. Bu süreç merkez bankaları kliği tarafından yönetildi ve her adım dikkatle planlandı.

Egemenliğin sonu – Eski rejimin restorasyonu


Tıpkı finansal çöküşün dikkatli bir şekilde yönetildiği gibi, onlarda (“kurtarılmak” zorunda kalan ülkeler; ç-n) intihar kurtarma programlarıyla birlikte, çöküşten sonra oyuna sahne oldular. Ulusal bütçelerin olanakları zaten kısıtlıydı; iflas etmiş bankaları kurtarmak için elbette kullanılabilir rezervleri yoktu. Bu yüzden, kurtarma paketleriyle ilgili taahhütler, hükümetler tarafından yeni astronomik borçların kabulünden başka bir şey değildi. Kurtarma taahhütlerini ödeyebilmek için kurtarılmış olan aynı finansal sisteme borçlanmak zorunda kaldılar!

Bankalar batmak için fazla büyük değildi, daha doğrusu, bankesterler batmak için çok fazla güçlüydüler: siyasetçilere onların reddedemeyecekleri bir teklifte bulundular. ABD’de, Kongre’ye herhangi bir kurtarma operasyonunda bulunmazlarsa, ertesi sabah sıkıyönetimin geleceği söylendi. İrlanda'da Bakanlara mali kaos ve sokaklarda kargaşa olacağı ifade edildi. Nitekim bu sırada İzlanda, iflas eden bankalarla başa çıkmanın mantıklı yolunun düzenli bir tasfiye süreci olduğunu göstermekteydi.

Baskı altında yapılan kurtarma operasyonlarının etkisi, ulusal hazinelerin bankaların iflaslarına transfer edilmesi sonucunu doğurdu. Bankaların borçları, devlet borçlarına ve bütçe açığına dönüştürüldü. Şimdi, öngörülebileceği gibi ülkeler kurtarma planları aramaktalar ve bu kurtarma planları koşullarla birlikte gelmekte. Bankaların tasfiye edilmeleri yerine, ülkeler tasfiye edilme süreci içine sokulmakta.

John Perkins, Confessions of an Economic Hit Man (Bir ekonomik tetikçinin itirafları) kitabında, geçen birkaç on yıl boyunca, Üçüncü Dünya ülkelerinin sürekli borç esareti altında kalmayı kabul etmeleri için - baskı ve çeşitli hilelerle - nasıl zorlandıklarını açıklıyor. Kasıtlı olarak, dış borç geri ödemeleri yapılmaz. Bunun yerine, borçlar periyodik olarak yeniden finanse edilir ve yeniden finansmanın her turunda ülkeler daha derin bir borç tuzağı içine gömülür –- ve hatta IMF’nin daha sert direktiflerine boyun eğmeye zorlanırlar. En iyi sonucu alacak şekilde ayarlanan finansal çöküşle ve 'batmak için fazla büyük (too big to fail)’ dolandırıcılığıyla, bankesterler Rubicon’u geçerler ("Rubicon'u geçmek" deyimi, geri dönüşü olmayan noktadan ileri gitmek anlamında kullanılır; ç-n): artık Hitman’in planları, Birinci Dünya’da, burada faaliyet göstermektedir.

Avrupa Birliği'nde ilk turda düşecek ülkeler, PIGS diye adlandırılan ülkeler grubu olacak -- Portekiz, İrlanda, Yunanistan ve İspanya. PIGS ülkelerinin kurtarma operasyonlarına cevap verebileceği kurgusu, sınırsız büyüme döneminin devam edeceği varsayımına dayanır. Bankesterlerin de çok iyi bildiği gibi bu asla olmayacak. Sonunda, PIGS ülkeleri, varsayılana (default) mecbur kalacaklar ve sonra AB'nin geri kalan ülkeleri dâhil, kontrollü yıkım projesinin bütün bileşenleri çökecek.

Bir ulus borç esaretine yenik düştüğü zaman, iç siyasi süreci “tek elden” idare edilen, egemen bir ulus olmaktan çıkar. Bunun yerine, IMF’nin direktiflerinin kontrolü altına girer. Bizim, Üçüncü Dünya ülkelerinde gördüğümüz şey şimdi Avrupa’da olmakta ve bu direktifler, kemer sıkma ve özelleştirme politikalarıyla ilgilidir. Hükümetlerin işlevleri elimine edilir ya da özelleştirilir ve ulusal varlıklar satılır. Ulus Devlet yavaş yavaş - kontrollü bir yıkım daha -- hizmet dışı bırakılır. Sonuçta, hükümetlere kalan temel işlevler, kendi halkına polis baskısı uygulamak ve bankesterlere vermek için vergi toplamaktır.
Aslında, ulus-devleti devre dışı bırakma işi 2008 yılındaki finansal çöküşten çok daha önce başladı. ABD ve İngiltere’de, 1980 yılında Reagan ve Thatcher döneminde; Avrupa'da, Maastricht Antlaşması ile 1988 yılında başladı. Küreselleşme; Dünya Ticaret Örgütü’nün (DTÖ) kurulması, yıkıcı düzenlemeler, özelleştirme programları, iş yerlerinin ve endüstrinin ihracatı, "Serbest Ticaret" Anlaşmaları ile ulus-devleti devre dışı bırakma sürecini hızlandırdı. 2008 yılından bu yana gelişen olaylar, zaten çoktan başlamış olan sürece hızlı bir ivme sağladı.

Çöküşle birlikte, kurtarma operasyonlarının, herhangi bir etkili kurtarma programının fiilen başlatılmadığına ilişkin belirtiler çok net: böylece önceden tasarlanan ‘çözümün’ önü açılarak sistemin tümüyle çökmesine izin verilecekti. Ulus-devlet tasfiye edilerek yerine küresel otoritenin yeni bir rejimi kurulacaktır. IMF, Dünya Bankası, DTÖ ve küresel hükümetin diğer embriyonik parçalarında görüldüğü gibi yeni küresel sistemin, halkın temsiliyeti ya da demokratik süreçler konusunda hiçbir iddiası olmayacaktır. Hükümetler, Banksterler kliğinin doğrudan veya dolaylı olarak emirlerini alacağı küresel otokratik bürokrasi aracılığıyla gerçekleşecektir.

Michel Chossudovsky, The Globalization of Poverty [Yoksulluğun Küreselleşmesi] adlı kitabında, küreselleşme ve IMF eylemlerinin, son birkaç on yılda, Üçüncü Dünya genelinde kitlesel yoksulluğu nasıl yarattığını açıklar. Çöküş ve kurtarma operasyonlarından sonra kemer sıkma politikalarının yarattığı dramatik etkiden de anlayabileceğimiz gibi yoksulluk yaratan bu proje artık Rubicon’u geçmiştir. Bu yeni dünya sisteminde hiçbir müreffeh orta sınıf olamayacak. Gerçekten de, yeni sistem kraliyet ve serfliğin (eski rejim) eski günlerine çok benzeyecek. Artık yeni kraliyet ailesi bankesterlerdir ve tüm dünya onların etki alanı içinde olacak. Küresel bürokrasileri yöneten teknokratlar ve geri kalmış ülkelerde kendilerini politikacı gibi sunan yüksek memurlar ayrıcalıklı üst sınıflardır. Geri kalan bizler, ezici büyük çoğunluk, bu yoksul kulların oynayacağı rolü göreceğiz – çöküş sürecinden kurtulanlardan biri olma şansına sahip olursak.

Eğer bugün Birleşmiş Milletler birlikleri düzeni sağlamak için Los Angeles’e girseydi, Amerikalılar çileden çıkarlardı; fakat bir gün sonra da onlara teşekkür ederlerdi. Özellikle, onlara, bizim varlığımızı tehdit eden, gerçek veya söylenti, dış tehdit ötesi bir şey olduğu söylenirse bu durum özellikle daha geçerli olur. Sonra, tüm dünya halkları, kendilerini bu kötü durumdan kurtaran dünya liderlerine dua ederlerdi. İnsan bilmediği şeyden korkar. Bu senaryo onlara sunulduğunda, dünya hükümeti tarafından kendilerine verilen refahın garanti altına alınması karşılığında, gönüllü olarak bireysel haklarından vazgeçerlerdi. — Henry Kissinger’in, Fransa-Evian’da, Bilderberg toplantısında yaptığı konuşma, 21 Mayıs 1992.

Özgürlüğün sonu - küresel polis devleti




Geçtiğimiz dört on yıl boyunca, yaklaşık 1970 yılından bu yana, eski bir küresel sistemden yeni bir küresel sisteme geçilen bir rejim değişim süreci yaşamaktayız. Eski sistemde, Üçüncü Dünya, emperyalizmin (dış güçler tarafından sömürülme), yoksulluk ve polis devleti zulmü altında ıstırap çekerken Birinci Dünya ülkeleri görece demokratik ve müreffehtiler. Yukarıda belirtildiği gibi bu geçiş süreci ‘Rubicon’u geçmek’ ile karakterize edildi – daha önce çoğunlukla Üçüncü Dünya ülkeleriyle sınırlı kalan politikaların Birinci Dünya politikalarına ve uygulamalarına girişi.

Sonuç olarak, IMF’ye olan borç köleliği Rubicon’u geçti ve bu, çöküş-kurtarma aldatmacası yoluyla mümkün hale getirildi. Bu arada, tahvil sahibi yeni güçleriyle birlikte, IMF tarafından dayatılan kemer sıkma önlemlerine bağlı olarak kitlesel yoksullukta Rubicon’u geçmekte. Aynı zamanda, emperyalizm Rubicon’u geçerken Birinci Dünya, tüm ulusal kimliklere yabancı bir güç merkezinin, bankesterlerin ve onun bürokrasisinin sömürücü kontrolü altına girmekte. Ayrıca zorba polis devletinin Rubicon’u geçiyor olması hiç şaşırtıcı değil: Üçüncü Dünya’nın yoksulluk seviyelerinin dayatılması, Üçüncü Dünya’nın baskı yöntemlerini gerektirir.

Küreselleşme karşıtı hareket, rejim değişikliği sürecine karşı halk direnişinin başlangıcı olarak kabul edilebilir. Benzer şekilde, Kasım 1999'da, Seattle'de küreselleşme karşıtı gösterilere polis gösterdiği tepki, polis devleti tiranlığının 'Rubicon geçişi' olarak yorumlanabilir. Bu keyfi ve aşırı şiddet içeren reaksiyon - biber gazı püskürtme gibi şeylerde dâhil – bir Birinci Dünya ülkesinde eylemlerde şiddet kullanmayan protestoculara karşı uygulanan benzeri görülmemiş bir hareketti.

Polis tepkisinin özellikle basında geniş çaplı haberleştirilmesi, ironik olarak, küreselleşme karşıtı hareketi fiilen güçlendirdi. Gösterilerin büyüklüğü ve gücü arttıkça polisin tepkisi de daha sertleşti. 2001 Temmuz'unda, Cenova'da, her iki tarafın şiddet düzeyleri belirli bir zirveye ulaştığında, neredeyse bir gerilla savaşı gibi görünmeye başlamıştı.

O günlerde küreselleşme karşıtı hareket uluslararası haber sayfalarına egemendi ve küreselleşme karşıtlığı devasa boyutlara ulaşmıştı. Görünürdeki hareket, sistem karşıtı buzdağının sadece bir ucuydu. Birinci Dünya ülkelerinde, halkın duyguları gerçek anlamda radikal bir dönüş yapmaya başlamıştı. Hareketin liderleri, artık anti-kapitalist bir hareket yaratma üzerinde düşünüyorlardı. Havada siyasi istikrarsızlık vardı ve ortaya çıkan halkın duyguları belki de olayların gidişatında bir farklılık yaratabilirdi.

Tüm bunlar kulelerinin yıkıldığı gün, 11 Eylül 2001 tarihinde değişti. Küreselleşmenin kendisi ile küreselleşme karşıtı hareket, neredeyse tamamen bu uğursuz gün halkın bilincinden silindi. Aniden, tamamen yepyeni bir küresel sahne, yepyeni bir medya sirki, yeni bir savaş türü, -yeni bir düşmanla – sonu olmayan bir savaş, hayaletlere karşı bir savaş, "terörizm" e karşı bir savaş ortaya çıktı.

Biz başlarda, 2008 Eylül ayında düzenlenen finansal çöküşün, kemer sıkma politikalarının dayatılması ve egemenliğin ortadan kaldırılması gibi bazı devam etmekte olan projelerin ivme kazanmaları için nasıl kolaylık sağladığını gördük. Aynı şekilde, 11 Eylül 2001 olayları, sivil özgürlüklerin ve uluslararası hukukun terk edilmesi gibi diğer mevcut projelerin önemli ölçüde hızlanmalarına olanak sağladı. Kulelerin yıkılmasından önce hazırlanmış olan "Yurtseverlik Yasası" ile bir polis devletinin bütün gücüyle geldiği (ABD’ye) ve kalıcı olduğu, çok açık bir biçimde ilan edildi — Haklar Bildirgesi hukukî gücünü yitirmişti. Benzer bir 'anti-terörist' mevzuat uzun zaman önce Birinci Dünya genelinde de kabul edilmişti. Eğer Birinci Dünya’da herhangi bir anti-sistemik hareket, başını yeniden kaldıracak olursa (son zamanlarda Yunanistan’da olduğu gibi), poliste direnişi ezmek için yetkilerini keyfi olarak – gerektiği kadar – kullanabilecekti. Hiçbir halk hareketine, Bankesterlerin rejimi değiştirme tasarılarını engellemesi için izin verilemezdi. Küreselleşme karşıtı hareket haykırdı: ‘bu mu gerçek demokrasi’. Ve bankesterler 11.Eylül ile cevabı yapıştırdılar: ‘işte gerçek baskı bu’.

11 Eylül olayları doğrudan Irak ve Afganistan’ın istilasına yol açtı ve egemen ulusların işgal edilmesini herhangi bir bahaneyle kolayca haklı kılacak ortamın yaratılmasına yardımcı oldu. Sivil özgürlüklerde olduğu gibi uluslararası hukukta neredeyse tamamen terk edildi. Yerli polislerin müdahalelerinde tüm kısıtlamaların ortadan kaldırılması gibi, jeopolitik düzeyde de askeri müdahalelere ilişkin tüm sınırlamalar yok edildi. Hiçbir şey bankesterlerin “rejim değişikliği” planlarını yolundan alıkoyamazdı. 

Teknotronik çağ kademeli olarak daha kontrollü bir toplumu gerektirir… Elit bir egemen, geleneksel değerler ile sınırlı olamaz… Bu elit egemen, siyasi hedeflerine ulaşmak için kamu davranışını etkileyen en modern teknikleri kullanmakta asla tereddüt etmez. Sosyal krizin sürekliliğinin sağlanması, karizmatik bir kişiliğin ortaya çıkarılması, halkın güveninin sağlanması amacıyla kitle iletişim araçlarının sömürüsünün sürdürülmesi için bunlar, kısa bir süre zarfında, son derece kontrollü bir toplumda, ABD'nin değişim adımları olacaktır… Ayrıca, stratejik politik amaçlar için beyin ve insan davranışı üzerinde yapılan araştırmaların meyvelerinden yararlanmakta mümkün – ve cazip – olabilir. Zbigniew Brzezinski, ‘Between Two Ages: America´s Role in the Technotronic Era’ (İki Çağ Arasında: Teknotronik Çağda Amerika’nın Rolü) kitabından, 1970.
 
Post-kapitalist dönem - yeni bir kültür için yeni mitler



Kapitalizmin son yılı tam olarak 2012 olmayabilir fakat son oyun çok uzun sürmeyecek -- ve evrenin efendileri, 11 Eylül (Şili'de ve Manhattan'da), KLA 007 ve diğerleri gibi sembolleri çok seviyorlar.

2012 yılı sembolizm yüklü, örneğin Maya Takvimi ve 2012 yılı ile ilgili çeşitli kehanetler kovanı haline gelen internet, hayatta kalma stratejileri, beklenen yabancı müdahaleleri, vb. Birde insanlığın büyük çoğunluğunun sonunu getiren ve önceden hazırlanan birkaç kurtuluş planını açıkca canlandıran Hollywood yapımı 2012 filmi var. Hollywood yapımlarıyla, neyin gerçeklerden kaçan bir fantezi olduğunu ve kamunun zihninin ilerisi için sembolik olarak neyi hazırlamayı amaçladıklarını asla bilinemez.

Kesin tarihi ne olursa olsun, bu felaketler serisi, jeopolitik ve içsel olarak birbirine bağlanacak ve dünya değişecek. Roma İmparatorluğunu Yüksek Ortaçağ’ın izlediği gibi, aristokrasi sonrası yeni bir çağ olan kapitalizmin geldiği gibi yeni bir çağ gelecek. Her çağın kendi bünyesinde, kendi ekonomisi, kendi toplumsal biçimleri ve kendi mitolojisi vardır. Bunlar, kendi aralarında tutarlı bir etkileşim içinde olmalı. Ve onun doğası, sistemin temel ekonomik koşullarından ve güç ilişkilerinden gelir.

Bir çağ kapandığında önceki çağ daima yeni bir mitolojide şeytanlaştırıldı. Cennet Bahçesi (Garden of Eden) hikâyesinde yılan şeytanlaştırıldı – monoteizmim selefi, paganizmin bir saygı sembolü. Avrupa’da ulus devletlerin ortaya çıkışıyla birlikte Katolik Kilisesi şeytanlaştırıldı ve Protestanlık tanıtıldı. Cumhuriyetler geldiği zaman hükümdarlar şeytanlaştırma sürecinin önemli bir parçasıydı. 2012 sonrası dünyada, demokrasi ve ulusal egemenlik şeytanlaştırılacak. Bu, insanların keyfi totaliter bir rejimi kabul etmelerini sağlamak için çok önemli olacak… 

O korkunç karanlık günlerde, insanlığın kutsal birleşmesinden önce, dünyada anarşi hüküm sürüyordu. Bir ulus diğerine saldırıyordu, ormandaki yırtıcılardan farkları yoktu. Uluslarda uzun vadeli tutarlılık yoktu; seçmenler her zaman hükümetlerin değişmesini ve istikrarsızlığı destekleyerek bir partiden diğerine geçiyorlardı. Bir insan, yarı eğitimli birinin kitleleri yönetebileceğini ya da karmaşık bir toplumu idare edebileceğini nasıl düşünebilir? Demokrasi sadece hükümetlerin yolsuzluklarına ve kaosa yol açan kötü tasarlanmış bir deneydi. En iyi uzmanlığa sahip olanların bütün dünya için kararlar aldığı ve nihayet içinde insanlığın büyüdüğü, böylesine düzenli bu dünyada olduğumuz için ne kadar şanslıyız! 

Kapitalizm, büyüme, gelişme ve değişim ile ilişkilidir. Bu erdemler kapitalizmin dinamiklerine hizmet ettiği için kapitalizmde hırsın, girişimin ve rekabetin erdemleri övülür. İnsanlar sahip olduklarıyla asla memnun olmamaya ve daha fazla birikim yapmaya teşvik edilirler. Kapitalizmde, insanlar, sistemin dinamiklerinin çalışması için biraz özgürlüğe ve biraz refaha sahip olmalılar. Belli bir düzeyde özgürlük olmadan, hırs motive edilemez; biraz refah olmadan, nasıl birikim yapılabilir ki?

Post-kapitalist bir dünyada, kapitalist erdemler şeytanlaştırılacak. İnsanlara, yoksulluğu ve sıkı disiplin altına (regimentation) girmeyi kabullendirmek çok önemli olacak… 

Para takibi tüm kötülüklerin köküdür, ve kapitalist sistem doğal olarak bozuk ve savurgandır. Şirketler, insanların ihtiyaçları veya Dünya için kavgı duymaksızın körü körüne kârlarını artırmayı ararken piyasada anarşi hüküm sürüyordu. Bizim üretim tugaylarımız, sadece sürdürülebilir olanı kullanma ve yalnızca gerekli olanı üretme konusunda ne kadar çok duyarlılar. Kapitalizm açgözlülüğü ve tüketimi teşvik ediyordu; insanlar, keşmekeş içinde “önde olmak” amacıyla birbirleriyle rekabet etmek için mücadele ediyorlardı. Şimdi, bizim makul miktarda ki kotalı yaşamamız ne kadar akıllıca ve biz, insanlığa hizmet etmek için verilen görev ne olursa olsun kabul ediyoruz. 

Post-kapitalist dönemi tanıtan bu rejim değişiminin beraberinde getireceği ekonomik, politik, jeopolitik ve mitolojik bilinçli bir orkestrasyonu görüyorsunuz – koordineli bir proje olarak. Tamamen yeni bir gerçeklik, yepyeni bir küresel kültür yaratılıyor. Kültür demişken, kültürü dönüştürme yeteneği, gücün nihai biçimidir. Sadece tek bir kuşakta, yeni kültür “orada var olan duruma (statüko; ç-n)”dönüşür. O halde sorabiliriz, bankesterler kraliyet ailesinin yerleştirmeyi düşündüğü kültürel rejimin gelecekteki herhangi bir manipülasyonu engellenebilir mi?

Kamusal eğitiminin devreye girmesinden sonra devlet ve aile, çocukluk dönemini forma sokma işini kontrolleri altına almak için yarışmışlardı – kültür sonraki kuşağa çocukluk döneminde aktarılır. Mikro idare post-kapitalist bir gelecekte, büyük olasılıkla toplumsal kontrolün “nihai çözümü” nü göreceğiz, yani Devlet çocukların yetiştirilmesini tekeline alabilir. Bu toplumda ebeveyn-çocuk arasındaki bağ ortadan kaldırılacak ve dolayısıyla genel olarak aile bağları yok olacak. Artık akraba kavramı olmayacak, kovanda sadece diğer üyeler bulunacak. Aile şeytanlaştırılmalı. İrlanda’da şimdiden ebeveynleri tarafından ihmal ve istismar edilen çocukların durumlarını dramatize eden TV spotları var… 

Tüm sinir hastalıkları, bağımlılıkları ya da sapkınlıklarıyla insanların ebeveyn olabildiği, kapalı kapılar ardında savunmasız çocuklar üzerinde tam kontrole sahip olunduğu, eğitimsiz ve izinsiz çiftlerin bulunduğu o eski günler ne kadar korkunçtu! Ne olduğu bilinmeye çocuk istismarının yapıldığı mağaralar, şu ataerkil kölelik dönemi kalıntılar, nasıl bu kadar uzun süre var olabildi? Şimdi biz, eğitilmiş personel tarafından, disiplin ve sağlıklı değerlerin öğretildiği, bilimsel olarak yetiştirilmiş çocuklarla, ne kadar iyi durumdayız.



28 Ekim 2011 


* Richard K Moore, kariyerini Silikon Vadisi'nde yazılım sektöründe yaptı. 1994 yılında emekli oldu ve 'gerçek işine' başlamak için İrlanda'ya taşındı. O zamandan beri, dünyanın nasıl işlediğini anlamaya ve nasıl daha iyi hale getirebilinir üzerine çalışıyor. Birçok araştırma ve incelemelerinden oluşan ve çok beğeni toplayan bir kitabı var: Escaping the Matrix: How We the People Can Change the World (The Cyberjournal Project, 2005).
[Global Research’teki İspanyolcasından Atiye Parılyıldız tarafından çevrilmiştir]