31 Aralık 2011 Cumartesi

HERKESE MUTLU YILLAR



                                                                                                                                

23 Aralık 2011 Cuma

Siyaset Bürosu-Asya Tipi Üretim Tarzı

05.11.2011 tarihinde gerçekleştirilen Siyaset Bürosunun Asya tipi üretim tarzı ve Feodalizm konularındaki sunum metni.
 
   İlk önce yapılan çalışmanın hatalarından, eksikliklerinden bahsetmemiz gerekiyor. Siyaset Bürosunun amacı; kolektif bir çalışmayla, kavramlar üzerinden çalışmaların sürdürüleceği bir yapıyı oluşturmaktır. Kavramlar diyoruz, çünkü ister kabul edelim ister etmeyelim büyük eksikliklerimizin oluştuğu asıl nokta kavramsallaşmış düşüncedir. Kolektif çalışma dediğimizde ise, kulüp içersinde bulunan üyelerin çalışmalar esnasında (konuşmacı ve dinleyen) hep birlikte sorgulayan, katkıda bulunan bir mantığı benimseyerek oluşturulacak olan çalışmadır. Kısaca kolektif çalışma mantığında birinin görmediğini diğeri görür, birinin düşünmediğini diğeri hatırlatır. İşte bu çalışma mantığı bir topluluk çalışmasını başarıya ulaştırabilir.

Gelelim bizim siyaset bürosu çalışmamıza, tam anlamıyla fiyasko. Beklenenin altında ve yararlılıktan çok uzak bir çalışma hazırladık. Bunun sebebini de sadece konuşmacılarla sınırlı tutuyoruz; dinleyicilerinde eksiklikleri ve konu hakkında ön araştırma gerçekleştirmemiş olduklarından yapılan çalışma herhangi bir katkı sağlamadı bizlere. Ama ilkin, dinleyicilerden önce, sorumlulukları olan biz konuşmacıların yaptıkları hatalar üzerinde duralım.

Bir büro çalışması, kesinlikle belli bir kaynaktan salt okunarak anlatılamaz; bu yapılan anlatmadan ziyade bir aktarım özelliği taşır. Bizim gerçekleştirmek istediğimiz çalışma biçiminde ise, bürolarda görevli arkadaşlarımızın bir araya gelerek yapılacak çalışmalar konusunda belli bir birikimi kazanmaları ve daha sonra yapılan büro çalışmasını kendi fikirleriyle de destekleyerek ortaya bir sunum çıkartmaları üyelerin konu hakkında en yüksek verimde fayda sağlamasına yarayacaktır. Bu tarz bir büro çalışması yapılmamışsa anlaşılmalıdır ki, bu biçim büro üyeleri tarafından tam anlamıyla irdelenmemiş ve ciddiyeti tam olarak anlaşılmamıştır. Bu açıdan bakacak olursak asıl aksaklığımız, belirlediğimiz çalışma disiplinine uymamamız şeklinde de gösterilebilir. Bu metinde de dile getirmek gerekirsek; bu tip hatalarımızı, eksiklerimizi ortadan kaldırmanın yollarını en kısa zamanda arayacağız.

Burada hazır bazı şeyleri masaya yatırmaya başlamışken, üyelerin de hatalarına değinmek gerekecektir. Topluluğun mantığı bir konuşmacının kalkıp dinleyicilere aktaracağını aktarıp, sırasını savması mantığı değildir. Topluluğumuzun mantığı, konuşmacının üyelere belli noktaları aktardıktan sonra dinleyicilerinde bu konu hakkındaki görüşlerini, sorularını ve en önemlisi konuşmacının yaptığı yanlışlığı ortaya koymaları gerekmektedir. Fakat toplantımızda bunu da yapamadık. Kısacası bu büro çalışması istenilen düzeyin altında yapılmış oldu. Çalışmanın sonuna doğru yapılacak olan güncel tartışma bölümüne hiç başlayamamış olmamız tam anlamıyla bir felaketin yaşandığını buradan anlatmamıza yetecektir. Umarız, yapılan yanlışlıklar bir an önce düzeltilmeye başlanır. 
 

Asya üretim tarzı, feodal mülkiyet, feodal ve yarı feodal güçler

Büro çalışmasının konusuna geçecek olursak, 5 Aralık 2011 tarihinde Feodalizm konusuna eğildik.

Feodaliteyi iki farklı yapıda inceleyerek (10–11. y.y. Avrupa Feodal sistemi ve Asya tipi üretim tarzı) konuyu elimizden geldiğince açmak istedik. Feodal zihniyetin ortaya çıkması süreci ilkin, barbar istilaları karşısında çoğunluğun bir efendinin çatısı altına girmesiyle başladı. Daha sonra ise, Batı Avrupa da gelişen klasik feodalitenin tam anlamıyla ortaya çıkışı; Fransa da Karolenj imparatorluğu, batısında ise Norman istilasından sonrasına rastlamaktadır. Burada feodal rejimin siyasal, hukuksal, iktisadi ve sosyal bir yapı olduğunu, devletin birliğinin ise oluşturulmuş olunmaması önemli bir faktördür. Gerçekten de feodalitenin siyasal açıdan gösterdiği en büyük özellik, devlet iktidarının parçalanmış olması ve halkın Fransa da Karpet Hanedanının iktidarının başlarında olduğu gibi doğrudan doğruya devletin değil, toprakların sahibi olan derebeylerin uyruğu durumunda olmalarıdır.

Feodal rejim kuruluşunda önemli rol oynayan bir başka olay, Akdeniz’in doğu ve batı kıyılarının İslam egemenliği altına girmiş olmasıdır. Böylece Doğu ile Batı arasındaki kültür ve ticaret ilkelerinde önemli rol oynamış olan Akdeniz yolu, bir kısım Avrupa ülkelerine kapanmış, bu ülkeler Doğu da ve giderek dünya da ticaretin dışına atılmışlardır. Dünya ticaretiyle ilişkisi kesilip kendi içine kapanmaya ve bu yeni duruma göre yeniden örgütlemek, derlenip toparlanmak zorunda kalan Avrupa’da da ekonomi bakımından en fazla kayda değer olay, makineler sisteminin gelişmesi ile “para ekonomisinin” yerine “ayni” diyebileceğimiz bir ekonominin geçmesi ve tam anlamıyla tarımsal bir uygarlığın egemen olmasıdır.

Feodaliteyi tam bir açıklıkla anlatmak istersek, Feodaliteyi bir piramide benzetebiliriz. Burada Roma hukukunda olduğu gibi, topluluğa serbestçe tasarruf edebilmek söz konusu değildir. 
 
Topraklar, fief sözleşmesi ile hiyerarşik bir düzene bağlanmıştır. Fief sözleşmesini yapanlardan birisi de senyördür. Senyör, ya da vassal denilen ikinci kişi yararına belirli bir toprak parçası üzerinde, adaleti dağıtma gibi bir görevi sürekli bir hak olarak tanır. Vassal da, senyörün kendisinden beklediği hizmetleri yerine getirmek zorundadır (Ayrıca vassal da aldığı toprağı kısmen başkalarına verebilir ve bu yoldan kendiside derebeyi olabilirdi.).



Vasaal durumunda olan senyörlerin çeşitli yükümlülükleri vardır:

Askeri alanda yapacağı yardımla, çeşitli maddi yardımların yanı sıra vassal, senyöre “danışmanlık” yapmakla görevlidir.

Batıda feodal düzene verilebilecek en güzel örnek, bizce ortaçağ Fransasıdır. Fransa kralı “Fransa Dükalığı” adıyla bilinen toprakların senyörüdür. Bu bakımdan da öbür fief sahipleriyle hiçbir ilişiği yoktur. Sadece kendi vassallarıyla doğrudan doğruya kişisel ilişkiler kurmuştur. Kral Fransa’daki öbür bütün senyörlerin lideri idi. Kral, en yüksek senyördü; feodal hiyerarşinin en yüksek katını işgal ediyordu. Her şeyden önemlisi kral senyörlerin senyörü durumundaydı.

Feodal bir düzende sosyal sınıfların varlığı ise, en kaba haliyle; dövüşen soylular, dua eden rahipler ve çalışan köylüler ile serflerdir.

Ortaçağda bir sınıftan ötekine geçmek belli törenleri ve birtakım hukuksal işlemleri gerçekleştiriyor, böylece iktisadi eşitsizliği “hukuksal eşitsizlik” tamamlıyordu.

Soylular ve Rahipler “ayrıcalıklı sınıfları” oluşturuyordu. Özgür köylüler ile serfler, bütün değerleri yarattıkları halde, üretim araçlarına tam sahip olmadıkları gibi hukuksal bakımdan durumları öteki ayrıcalıklı sınıflardan aşağıdır. Ayrıcalıklı sınıflar, aynı zamanda topluluğa sahip olan sınıflardır; bu dönemde toprakların sahibi, soylular, yeni senyörler ve kilisedir.

Ne var ki, başlarda idari ve dinsel merkezler ya da tahkim edilmiş yerler olan kentler, yavaş yavaş meta üretiminin (piyasa için üretim) ve böylece ticaretin gelişmesine koşut olarak, gelişmeye başlayacaklardır. İşte, ticaretin ve zanaatin gelişmesi sonunda kentlerde yeni bir sınıf ortaya çıkmıştır. Bu sınıf, burjuva sınıfıdır. Ortaçağın sonlarına doğru Batıda kendini gösteren en önemli sosyal olaydır bu. Burjuvaların zenginliği toprağa değil, kentlerde henüz ilkel bir durumda olan meta üretimine ve ticarete dayanmaktadır. Daha sonrası için, toplumun sosyal yapısını değiştirecek olan sınıf, yeni araçlarını elinde toplayacak olan bu burjuva sınıfı olacaktır.


İngiltere’deki Feodalite anlayışı:

İngiltere’de Fatih William (Guillaume)ın kurduğu rejimin en önemli niteliği, kendi iktidarını güçlendirmek amacıyla feodal düzeni İngiltere’ye getirmiş olmasıdır. Böylece, İngiltere’de feodalite devletin zayıf oluşunun sonucu değildir. Feodalite, İngiltere’de muzaffer Norman prensinin kurduğu ve zor kullanarak kabul ettirdiği bir rejimdir.



Asya Üretim Tarzı ve Feodalite

Bernier haklı olarak Türkiye, İran ve Hindistan’dan bahsederken, Doğudaki bütün olayların temelini toprakta özel mülkiyetin yokluğunda aranmalıdır, diyor. Bu Doğu cennetinin gerçek anahtarıdır.

Batılı olmayan toplulukların üretim tarzı ancak toprakta özel mülkiyetin yokluğu olgusu ile açıklanabilir.

Engels bu konu hakkında Marks’a yazdığı mektubundan;
“Gerçekten toprak mülkiyetinin yokluğu bütün Doğu’nun anahtarıdır. Doğu’nun siyasi ve dini bütün tarihi burada gizlidir. Fakat Doğuluların feodalite şeklinde bile toprak mülkiyetine gelemeyişlerinin sebebi nedir? Sanırım ki bunun esası Sahradan, Arabistan’a, İran, Hindistan ve Tataristan’dan ta yüksek Asya yaylalarına kadar uzanan çölün iklimi ve bununla ilişkin olarak toprağın cinsidir. Burada yapay sulama tarımın ilk şartıdır ve (bu işi) ya köyün, ya vilayetin ya da merkezi hükümetin görevidir.”

Barnier’in naklettiğine göre, Türkiye, İran ve Hindistan’da toprakta özel mülkiyet yoktur. Toprakların mülk sahibi devlettir. Öyle ise Doğulu toplumlarda, klasik feodal üretim tarzı söz konusu olmaz. Çünkü klasik feodalitenin tanımında örneğin devletin toprağın mülk sahibi olması diye bir şey yoktur. Şu halde, bu ülkelerde “başka” bir üretim tarzı olmalıdır.

Peki, neden bu toplumlarda özel mülkiyet ortaya çıkmıştır? Öyle gözükmektedir ki, bu ülkelerde iklim ve toprak şartları, asli ve tek üretim aracı olan topraktan ürün alınabilmesi için geniş sulama tesislerini gerektirmektedir. Bundan dolayı toprağın mülkiyeti özel ellerde olamaz. Toprak köyün (Komünün) ortak mülkü ya da devletin mülküdür.


Asya üretim tarzında toprak üzerinde bireysel mülkiyet kime aittir?
Marks ve Engelse göre, mülk sahibi kamu hizmetlerini yerine getiren üstün otoritedir. Nitekim “temel Asya şekillerinin birçoğunda küçük topluluklar üzerindeki birleştirici birim, üstün ve biricik mülk sahibi olmaktadır.” Anlaşıldığı gibi, birleştirici birim deyimi ile kast edilen üstün otorite olan devlettir. Bu topluluklarda despot bir sürü toplulukların babası gibi gözükür ve hepsinin birliğini sağlar. Marks’a göre birleştirici birim, yani devlet, despot olabileceği gibi demokrat da olabilir.

Asya topluluklarında devlet toprağın mülkiyetine sahip olsa bile, “gerçek topluluklar (toprağın) tasarruf hakkına sahiptirler.” Fakat yine de, “aslında birey tek başına mülksüzdür.” Böyle olunca, Asya üretim tarzında mülk sahibi olan sadece devlettir.

Öyle ise, Asya üretim tarzında devlet mülkiyetin de olan toprakların tasarrufu özel kişilerin ya da topluluğun elindedir. Bu üretim tarzında mülkiyet ilişkilerinin aldığı ikili şekil sistemin özelliğidir.
Tablo 1

Bu şema, Asya üretim tarzında toprak, birey (ya da topluluk) ve devlet arasındaki mülkiyet ilişkilerinin niteliğini göstermektedir.

Asya üretim tarzında toprak mülkiyetinin sebeplerine de değinmek gerekirsek,


1) Köy topluluklarının kendini destekler karakteri
2) Devletin üzerine almış olduğu kamu işleri olarak sebeplendirebiliriz.
 

Üretim şekli hususunda, Marks bu gibi toplumlarda Meta-Para-Meta şeklindeki basit dolaşımın var olabileceğini söylemektedir. Nitekim meta üretiminin ilk aşamalarında, fazla kullanma değeri paraya dönüşür. Bunu bildiğimize göre, Asya üretim tarzında temel üretim şeklinin kullanma-değerli mal üretimidir.

Asya tipi Üretim tarzını özetleyecek olursak;

Asya üretim tarzının içerdiği tarihsel şartlar sistemin kapitalist üretim tarzına doğru gelişmesini kolaylaştıracağı gibi, sosyalist üretim tarzına doğru evirilmesini de sağlayabilir. Marks’a göre, her şey içinde yaşanılan toplumsal ortama bağlıdır.

Genel hatları ile, Asya üretim “modeli” üstünde durmuş olduk. Asya denilen bu üretim tarzının diğer kapitalizm öncesi üretim tarzından (örneğin: antik, kölelik ve klasik feodalite gibi) farklı olduğu açıktır.

Son olarak, Asya toplumlarında şu unutulmamalıdır. “Birey hiçbir zaman mülk sahibi olmayıp tasarruf eden olduğundan, topluluğun birliğini temsil edenin kölesidir.” Öyle ise, Asya toplumunda köle ve serften farklı olan birey hür olmakla beraber bir çeşit “genelleşmiş köle” dir. Birey, devlet ve toprak arasındaki ilişkilerde, toprağın tasarruf hakkına sahip olduğundan dolayı hür ise de, toprağın mülkiyetine sahip olmayışından dolayı genelleşmiş köledir.

Asya üretim tarzı hakkında genellikle söyleyebileceklerimiz bu kadar. Bu genel ve soyut modeli tamamen Marks ve Engels arasında geçen konu hakkındaki yazışmalarına; Sencer Divitcioğlu’nun yazmış olduğu Asya üretim tarzı ve Osm. toplumu adlı kitabına ve de Zubritski M.K.’un yazmış olduğu İlkel köleci feodal toplum adlı kitabına sadık olarak hazırladık. Açıkça söylemek gerekirse kendi düşüncelerimizi de katmadan yazıyı yalın bir hale yayınlamaya çalıştık.


Gürer MUT- Yiğit Onur ŞEN

30 Kasım 2011 Çarşamba

ÇAĞIMIZIN BİR KAVGASI VAR


Server Tanilli, imzaladığı bir kitapta; çağımızın bir kavgası var diye bir not düşmüştü.


Server Tanilli bugün yaşamını yitirmiştir. Türkiye bir aydınını, bir düşün adamını daha kaybetmiş bulunuyor ve biz öğrenciler, aydınlar, öğretim görevlileri, öğretmen olmayı bekleyen öğretmenler Server Tanilli’yi saygıyla anıyoruz. Hayatını, toplumun daha iyiye ulaşmasına adamış, inandığı değerleri büyük bir özveriyle savunmuş ve birikimini gençliğin dinamizmiyle birleşerek birçok insana örnek olmuş bir kişidir Server Tanilli.


Aydın sorumluluğu olan birini kaybettik. Düşünürsek, Türkiye’de bir aydının yetişmesi bugün son derece zor ve imkânsıza yakın. Çevresel faktörleri de göz önünde bulunduracak olursak bu sonuç şaşırtıcı olmaz. Bunun üzerine şu soru sorulabilir:  Bu etkenler salt bugün mü görülmüştür? Elbetteki hayır. Hatta Server Tanilli’nin kurşunlanarak felç kalmasına sebebiyet veren düşük yoğunluklu zihniyetlerin ne şekilde hareket ettiğini hepimiz biliyoruz. Bugün de değişen bir şey yok. Türkiye’deki siyasi mantalitenin ne şekilde vücut bulduğunu ve etkilerini bugün hepimiz yakından görüyoruz. Böylesine Özgürlükten, Adaletten ve Bilimden uzak bir yapıda gençlik kendi sorumluluğunu bir an önce sırtlanması gerekmektedir. Ne yazık ki, bugün Server Tanilli gibi bir öncü aydını kaybettik fakat biz ısrarla onun sözünü tekrarlayalım. ÇAĞIMIZIN BİR KAVGASI VAR.

19 Kasım 2011 Cumartesi

1. Nazım Hikmet Şiir Haftası



  Bir şair düşünelim; yolu çilelerle bezenmiş fakat hayata dağ gibi göğüs germiş bir şairi düşünelim. Düşünceleri yüzünden hapis yatmış bir şairi. Sürgünü yaşamış ve en sonunda ülkesinden kopmuş, koparılmış olan bir şairi... Çokları mavi gözlü bir dev olarak bilmiştir onu, bazılarımız da onu bir kahramanı öven şu dizeleriyle;


Ölümsüz gençliğin şövalyesi,
ellisinde uyup yüreğinde çarpan aklına
bir temmuz sabahı fethine çıktı
güzelin, doğrunun ve haklının:
Önünde mağrur, aptal devleriyle dünya,
altında mahzun ve kahraman Rosinant'ı.

Bilirim, hele bir düşmeye gör hasretin halisine,
hele bir de tam okka dört yüz dirhemse yürek,
yolu yok, Don Kişot'um benim, yolu yok,

yel değirmenleriyle dövüşülecek.

Haklısın, elbette senin Dulsinya'ndır dünyanın en güzel kadını,
elbette sen haykıracaksın bunu

bezirganların suratına,

ve alaşağı edecekler seni

bir temiz pataklayacaklar seni.

Fakat sen, yenilmez şövalyesi susuzluğumuzun,
sen, bir alev gibi yanmakta devam edeceksin

ağır, demir kabuğunun içinde

ve Dulsinya bir kat daha güzelleşecek.


“Don Kişot – 1947”



Nazım Hikmet Ran, duygusunu kalemle birleştirmiş ve bir mücadele biçimi yapmış olan bu koca ozan, 1950 de Moskova da, 1958 de Prag da ve 1961 yazında Küba da olmuş; yüreğini tüm dünyanın güzel bir gelecek için birleşmesine atfetmiştir.

Bizler Sosyoloji ve Felsefe kulübü olarak şiirini özlemine bir sesleniş olarak kullanan şairimizi anmak için tüm arkadaşlarımızı Nazım hikmet şiir haftasında aramızda olamaya çağırıyoruz.
 
 
Okan Üniversitesi Sosyoloji ve Felsefe Kulübü

4 Kasım 2011 Cuma

BİR TOPLULUĞA İHTİYAÇ VARDIR!

Üniversite çevresi yetişmiş bireylerden oluşan toplumsal yapının şekillendiği bir yerdir. Günümüzde üniversitenin bilimsel bir yöntem ışığında yetişmiş bireyler yetiştirebildiğini söyleyebilir miyiz? Peki, düşünmeyen, yorumlamayan, tartışmayan salt o anın veya o günün koşullarıyla yetinen bir zihniyet bizi yani toplumumuzu ne kadar ileri taşıyabilir. Tüm bu eksilerin artıya dönüştürülmesi sürecinde, sanırım en uygun yer üniversitenin özgürlük ortamı olacaktır. Bu ortamın bizlere sağlanmamış olmasında bizim de büyük payımız var. Yaşanan tüm eksikliklerin bizlerde nelere mal olduğunu düşünelim ve cevap getirdiğimiz bu sorunsalın çözümü için bir an önce kendimize düşen görevleri aksatmadan yerine getirelim.

Bizim istediğimiz şey aslına bakılırsa açık ve yalın. Biz üniversitenin özgürlükçü ortamının sağlanmasını istiyoruz. Göstermelik değil, gerçekten kendini hissettiren bir ortamdan… İşte, bizlerin gelişimi için asıl önemli olanın bu sürecin başarısının sağlanması olacaktır. Fakat gördüklerimiz bize, bu ortamın hazırlanmasında çok büyük yollar kat etmemizin gerekliliğini gösteriyor.

Bizlerin anlamadığı diğer bir husus ise, kuşağımızın neden bazı şeyleri talep etmediğidir. Yaşadığımız toplumda ve yaşadığımız Dünyada o kadar çok araştırılmayı bekleyen bilgi var ki, neden azıyla yetinmenin aczine düşüyoruz? Beklide bilginin sahibi olmak istemeyecek kadar konformist olduğumuz için olabilir. Zihinsel tembellik! Tüm boş işlerin uğruna seferber olan bir yapı; iş bilgi üretmeye, düşünmeye gelince, yapılan bu uygulamaların boşuna olduğunu düşünüyor.

Sormak istiyoruz sizce hangi mantalite bu toplumda kabul görecek ve büyük işlerde mevki sahibi olacak? Tabii ki bu yapıda zihinsel tembellik tüm gücünü hissettirerek galip gelecektir.

İşte biz tüm bu yanlış uygulamaları değiştirmek istiyoruz.

Okan Üniversitesi Sosyoloji ve Felsefe Kulübü 


11 Ekim 2011 Salı

YILLIK FALİYET PLANI




2011 – 2012 Akademik yılda gerçekleştireceğimiz tüm aktiviteler belirlenmiştir:  






20 KASIM 2011 – Nazım Hikmet Şiir Günleri         (1 Gün sürecek)



17 ARALIK 2011 – Hasan Ali Yücel Eğitim Haftası     (2 Gün sürecek) 



10 ŞUBAT 2012 – Bertolt Brecht Özgür Tiyatro ve Edebiyet Günleri   (2 Gün sürecek) 



08 MART 2012 – 8 Mart Kadınlar Haftası    (2 Gün sürecek) 



01 NİSAN 2012 – Realist Sinema Günleri    (3 Gün sürecek)